Alfabetik Ödüllü kişi arama
Alan G. MacDiarmid
Bildiğiniz gibi 2011 yılı UNESCO tarafından, “Kimya Yılı” olarak ilan edilmiştir. Madam Curie’nin 1911 yılında ikinci Nobel ödülünü kimya alanında alışının 100. yılı onuruna, 2011 yılı boyunca çeşitli kutlamalar yapılacaktır. 2011 yılına ilham kaynağı olan Madam Curie ilk Nobel ödülünü 1903 yılın fizik alanında almış ve tarihe Nobel alan ilk kadın olarak geçmiştir. 1911 yılında Kimya Nobel ödülünü almasının üzerine tarihte iki Nobel kazanan ilk kişi ve tek kadın olmuştur.
Kimya yaşamın her alanı ile ilgili bir bilimdir ve çevremize baktığımızda bu etkisini görmememiz mümkün değildir. Kimya alanında yapılan çalışmaların bazıları dünya tarihini değiştirecek niteliktedir. Kimyanın önemini anlamak için elbette pek çok örnek verilebilir. Ancak 2011 Kimya yılının ilham aldığı Madam Curie’nin iki kez aldığı Nobel ödüllerine bakamız da yeterli olacaktır. Nobel Kimya Ödülü kimyanın çeşitli alanlarından bilim insanlarına İsveç Kraliyet Akademisi tarafından her yıl verilmektedir. Nobel ödülü Alfred Nobel’in 1895 yılındaki vasiyeti üzerine; kimya, fizik, edebiyat, fizik, barış ve fizyoloji veya tıp olmak üzere beş dalda seçkin katkılarda bulunanlara verilmeye başlanmıştır.[1] Nobel Kimya ödülü ilk kez 1901 yılında verilmiş ve Jacobus Henricus van’t Hoff (Hollanda) kazanmıştır. [2] Yüzün üzerinde Nobel Kimya ödülü verildiğinden tüm ödülleri ve önemini anlatmamız bu yazı kapsamında çok uzun olacağı için, 2000 yılından günümüze Nobel Kimya ödülleri ve hayatımızdaki öneminde bahsedeceğiz.
2000 yılında Nobel Kimya ödülünü; polimer plastiklerdeki elektrik geçirgenliğiyle ilgili çalışmalarıyla Alan Heeger (ABD), Alan MacDiarmid (ABD) ve Hideki Shirakava (Japonya) almışlardır. Polimerler, yani plastikler, metallerin aksine yalıtkan ve elektriği iletmeyen maddeler olarak bilinmekteydi. Ancak, bütün bunlarla birlikte Alan J. Heeger, Alan G. MacDiarmid ve Hideki Shirakawa isimli bilim insanları yaptıkları buluşlarıyla bir polimer olan poliasetilenin (polyacetylene) hemen hemen bir metal gibi iletken olabileceğini gösterdiler. Bu buluşla polimerlerin hep yalıtkan olma imajı da değiştirilmiş olmaktadır. Bu bilim insanları bu buluşları ve polimerlerle ilgili sonraki çalışmalarından dolayı Nobel 2000 kimya ödülüne layık görülmüşlerdir [3]. Çok saf poliasetilenden elde edilen bu modifiye madde, aynı ağırlıktaki bakırın iki katı, aynı hacimdeki bakırın ise dört katı iletkenliğe sahiptir. İletken polimerlerin sentezinde yeni bir ufuk açan bu çalışma elastik birkaç milimetre kalınlığında, aynı ağırlıktaki normal bir pilden iki kat fazla depolama yapabilen plastik piller üretilmesine olanak sağladı. İletken plastiklerin kullanma sahası çok geniştir: Hassas ölçme ve arama cihazları, zararlı radyasyon yayan cihazların izolasyonu, güneş pilleri, baskı devre iletken yolları ve hatta vücut içinde dolaşarak ilaç taşımada kullanılacak suni sistemler, suni sinirler, iletken plastikler sayesinde gelecek vaat etmektedir
2001 yılında Nobel Kimya ödülünü; “Katalitik asimetrik sentez” çalışmaları dolayısıyla William Knowles (ABD), Ryoji Noyori (Japonya) ve Barry Sharpless (ABD) almışlardır. Moleküllerin birden çok ayna görünümü biçiminde oluşabildiği 1870’li yıllardan beri biliniyordu. Bu özellik “Chirality” (kirallik) olarak adlandırılmaktadır. DNA, proteinler, şekerler hep birer ikize sahiptir. Ancak bu kirallerin huyları oldukça farklı ve bu küçük yapısal farkın çok önemli sonuçları olabilmektedir. Örneğin;1960’larda yaşanan Thalidomide faciasında; hamilelikte mide bulantısına karşı geliştirilen ilacın, farklı ayna görüntülerinden biri, çok sayıda çocuğun sakat doğmasına yol açmıştır. Bundan sonra, yalnızca istenen bileşimi saflaştırıp eşlerinden ayırmak için girişilen çabalar, büyük masraflara karşın sonuçsuz kalmış; Nobel’cilerden Knowles ise, karbon atom çiftleri içeren moleküllere hidrojen bağlayacak katalizörler üzerinde çalışmalara başlamıştır. Bu moleküllerde karbon çiftleri yatay bir zemin oluşturuyor, hidrojen atomlarıysa rasgele bu düzlemin üstüne ya da altına bağlanıp moleküle kiral özelliğini veriyordu. 1968 yılında Knowles, hidrojen atomlarını karbonların yalnızca istenen yüzeyine bağlayacak yeni bir katalizör üretti ve bu yöntemi kullanarak Parkinson hastalığının tedavisinde kullanılan Ldopa adlı amino asidi üretecek bir süreç geliştirdi. Noyori, Knowles’ın çalışmasını daha da ileri taşıyarak bugün sanayide yaygın olarak kullanılan, daha etkili hidrojen bağlayıcı kiral katalizörler geliştirdi. Sharpless de taslak proteinlere oksijen bağlayan bir kiral katalizör geliştirerek çok daha farklı ilaçların üretimine olanak sağlamamıştır[4]. Kuşkusuz bu çalışma insan hayatında önemli bir yere sahip olan ilaçların sentezi için son derece önemlidir.
2002 Nobel Kimya ödülüne; proteinler dahil olmak üzere biyolojik makromoleküllerin analizi ve tanımlanması yöntemlerini geliştiren John Fenn (ABD), Koichi Tanaka (Japonya) ve Kurt Wuethrich (İsviçre) layık görülmüşlerdir. Kurt Wüthrich ‘Nükleer Manyetik Rezonans’ görüntüleme tekniğini geliştirmiştir. Bu teknik tıp alanında da oldukça yaygın olarak kullanılan bir görüntüleme tekniğidir. Fenn ve Tanaka, büyük molekülleri parçalamadan bir elektrik akımı vererek iyonize etmenin yollarını bulmuşlardır. Bu sayede, değişen molekülleri bir kütle spektometresine koyarak, kütlelerini öğrenmek ve daha sonra da kendilerini oluşturan amino asitlerin nasıl dizildiğini öğrenmek mümkün olmuştur. Kimya biliminin bu çalışmaları biyoloji ve tıp bilimlerinde uygulama alanı bulmuştur.
2003 yılında hücre zarı yoluyla su ve iyon(tuz) nakline olanak sağlayan buluşlarıyla Peter Agre (ABD) ve Roderick MacKinnon (ABD) Nobel Kimya ödülüne layık görülmüşlerdir. Bu bilim insanlarının buluşları, insan ve yüksek organizmaların değil, bitki ve bakterilerin yaşam sürecinin anlaşılması açısından büyük önem taşımaktadır. Bu buluşlar, memeli, bitki ve bakterilerde su kanallarının genetik, psikolojik ve biyokimyasal açıdan araştırılmasının önünü açtığı, su ve tuzun hücrelere nakledilip, dışarı çıkarılması konusuna açıklık getirmektedir. Söz konusu buluşlar, örneğin sinir hücrelerindeki elektrik sinyallerinin ne şekilde oluştuğu ve çoğaldığının anlaşılmasını sağlamışlardır. Biyokimya alanındaki bu çalışmalar bu alandaki bir çok fonksiyonun anlaşılmasının kapısını açmıştır.
2004 yılı Nobel Kimya ödülü proteinlerin çözülmesi süreciyle ilgili çalışmalarından dolayı Aaron Ciechanover (İsrail), Avram Hershko (İsrail) ve Irwin Rose (ABD)’e gitmiştir. Son iki yıldaki gibi bu çalışma da biyokimya alanına ait bir çalışmadır.Daha önce sadece proteinlerin sentezi araştırılmasına rağmen, bu bilim insanları proteinlerin yıkımını araştırmışlardır. Ubikuitin-aracılı protein yıkımını keşfetmişlerdir. Ubikuitin, protein yıkımında yıkıma uğrayacak protein dizilerini tutmakla sorumlu olan tanıma elementidir. Bu organik kimyasal madde, yıkıma uğraması için işaretlenen proteine yapışır.Protein yıkımı gerçekleştikten sonra sorumlu ubikuitin geri gönderilir, diğer işe yaramaz proteinleri taşır. Ubikuitin-proteazom yolağı, hücrelerin homeostazında hayati öneme sahiptir. Ayrıca bu yolağın, kanser, musküler ve nörolojik hastalıklar gibi hastalıkların oluşumu ve ilerlemesinde rol aldığı düşünülmektedir [5].
2005 yılında Nobel Kimya Ödülünü; organik sentezde çifte ayrıştırma yöntemlerini geliştirme çalışmalarından ötürü Yves Chauvin (Fransa), Robert H. Grubbs ve Richard R. Schrock (ABD) almışlardır. Bu üç bilim insanının çalışması, oksijen, hidrojen gibi hayatın temel yapı taşlarından karbon atomunun ‘çifte ayrıştırma’ yöntemi sayesinde karbon atomlarının birleşme ve ayrışmayla yeni molekülleri doğurma yöntemlerini içermektedir. Bu kimyagerlerin çalışmaları, doğanın korunması için zararsız yeni plastik ve ecza ürünlerinin üretilmesinin yolunu açmaktadır. Bu kimyagerlerin çalışmaları insan, toplum ve çevre yararlarına geniş açıdan hizmet etmektedir.
2006 yılında; ”ökaryotik transkripsiyonun moleküler temeli” çalışmasıyla Roger D. Kornberg Nobel Kimya ödülüne layık görülmüştür. Kornberg’in araştırması, genlerin içindeki bilginin, hücrelerin protein üreten parçalarına nasıl kopyalandığı ve aktarıldığına (transkripsiyon) ışık tutmaktadır. Bu araştırmayla Kornberg’in ilk kez, ökaryotik organizmalarda moleküler düzeydeki bu süreci açıkladığı belirtmektedir. Bu bilgi geçişinin nasıl işlediğini anlamanın, tıp için çok önemli olduğu, “transkripsiyon sürecindeki dengesizliklerin, insanlarda kanser gibi birçok hastalığa neden olabildiği” bildirilmektedir [6].
2007 yılında Nobel Kimya ödülünü ozon tabakasının neden inceldiğinin anlaşılmasına da yardımcı olan, katı yüzeylerdeki kimyasal süreçle ilgili çalışmaları dolayısıyla Gerhard Ertl (Almanya) almıştır.Bu çalışma ozon tabakasının neden inceldiği, arabalardaki katalizatörlerin çalışma mantığı, yapay gübre sanayi gibi pek çok katı yüzeydeki kimyasal sürece ışık tutmaktadır [7] Son yılların önemli çevre problemlerinden olan ozon tabakasının incelmesine ışık tutması açısından son derece önemli bir çalışma olma özelliğine sahiptir.
2008 yılında ilk kez deniz analarında görülen yeşil floresan proteininin (GFP) keşfi ve geliştirilmesiyle ilgili çalışmalarıyla Roger Tsien (ABD), Martin Chalfie (ABD) ve Osamu Shimomura (Japon) Nobel Kimya ödülünü almışlardır.Yeşil floresan proteini, yaygın biçimde laboratuvar ortamında, beyin hücrelerinin gelişimi yada kanser hücrelerinin yayılması gibi canlı hücre süreçlerinin izahı için kullanılmıştır. Biyokimya alanındaki bu çalışma tıp alanında yeniliklerin kapısını aralamıştır.
2009 yılında Nobel Kimya ödülünü ribozomların yapısı ve işleyişine ilişkin çalışmalarından dolayı Amerikalı Venkatraman Ramakrishnan ve Thomas Steitzile ile İsrailli Ada Yonath layık görülmüştür. Yine biyokimya alanındaki bu izahlar günümüzde pek çok hastalığın mekanizması ve tedavisine ışık tutacak niteliktedir.
2010 yılında Nobel Kimya Ödülü, organik sentez üzerine yaptıkları çalışmalar nedeniyle Richard Heck, Ei-ichi Negishi ve Akira Suzuki adlı bilim insanlarına verildi. Bilim insanlarının çalışmaları ‘organik sistemlerde palladyum katalizli çarpraz bağlaşımı’ konusundadır. Bu çalışmalar eczacılık ve elektronik sanayinde kullanılan moleküllerin ticari üretimi için kusursuz ve etkili bir sistem oluşturmaktadır. Bu çalışmalardan sonra rafine kimyasalların üretilmesine daha rahat imkan oluşmakta ve kanser yada ölümcül virüslere karşı ilaç yapımında da kullanılabilecektir.
Görüldüğü gibi ödül alan çalışmalar gerek insan sağlığı, gerek çevre, gerekse günlük hayattaki kullanımlarıyla son derece önemli çalışmalardır. Ayrıca kendilerinden sonraki çalışmalara da ışık tutar niteliktedirler. Çalışmaları yapanların bir çoğu kimyacı olmakla birlikte, kimyacı olmayanlar da mevcuttur. Bu da kimya biliminin biyoloji, fizik, tıp gibi bilimlerle ne kadar iç içe olduğunu göstermektedir. Kimya bilimi diğer bilimlerle sıkı bir ilişki ve işbirliği içerisindedir. İnsan yaşamında bu kadar önemli yere sahip olan kimya bilimine gereken önemi veren toplumlar, kimyanın gelişimine paralel olarak teknolojide de gelişmişlerdir. Bu bilgiler ışığında ‘Kimya Hayattır’ diyerek; 2011 Uluslar arası Kimya yılınızı kutlarız.
Yük.Kimyager Hasan ÖZ,
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
I was born a Kiwi (a New Zealander) in Masterton, New Zealand on April 14, 1927, and still am a Kiwi by New Zealand law, although I became a naturalized United States citizen many years ago in order to have the right to vote in US elections and, hence, voice my political opinions in a meaningful way. My father, an engineer, was unemployed for four years during the Great Depression which hit New Zealand rather severely in the early 1930s. Since jobs were believed to be more plentiful in the vicinity of Wellington, the capital city of New Zealand, located at the bottom of the North Island, we moved to Lower Hutt a few miles from Wellington. There my two older brothers and my elder sister were able to find jobs while I and my younger sister were still at primary school.
My mother and father set the stage for nurturing a warm, loving united, mutually supportive family who always pulled together and also helped others outside the family in need when necessary. Although we did not have too much food, my mother was always inviting other, less fortunate people to meals. On such occasions, my older brothers and sister would frequently remind me and my younger sister at meals not to ask for more food by saying to us out loud at the table, "FHB," which meant, "Family Hold Back," i.e., don't eat too much! We had no phone or refrigerator. In one of the houses we lived in Lower Hutt, our hot water came from water pipes embedded in the brick at the back of the open fireplace in the living room. This resulted in our weekly bath night - where the younger children used the bath water from the older children, to which we were allowed to add more hot water if any still remained! For most of my time at primary school, I went to school barefooted, like most of the other kids. The soles of our feet literally became leather!
Even though I have been away from New Zealand for about 50 years, my brothers and sisters and I (my parents passed on several years ago) are still very closely connected to each other. Throughout the decades we have telephoned each other about every ten days and we all keep up to date with what we are each doing. Shortly after learning of my being a recipient of the Nobel Prize I was speaking to one of my brothers in New Zealand by phone and I said how lucky I was to have been raised in a poor family which was also a close loving family. The fact that we were poor made us self reliant and conscious of the value of money. The fact that we were closely knit taught us the important aspects of interpersonal relationships. Everyone expects "the important things" in life that such as birthday and Christmas presents, but it is the "little unimportant" actions which actually are the real important things. These put the flesh on the skeleton of any relationship. Several hundred of these each week - the unimportant, the unexpected, the unnecessary, "the little things", are the things that really count. We are lucky to have been brought up in this environment, but there is a statement on the wall of my study at home in suburban Philadelphia which reads, "I am a very lucky person and the harder I work the luckier I seem to be"!
It is my home life while growing up through high school, which I consider to have been the single most important factor in any success which I may have had in life. As my parents always said, "...an 'A's grade in a class is not a sign of success." Success is knowing that you have done your best and have exploited your God-given or gene-given abilities to the next maximum extent. More than this, no one can do.
Alan (age 10).
For a period in grade school, I attended a two-room school in Keri Keri (town population, 600) where most of my school chums were Maori boys and girls from whom I learned so much. During much of my time at grade school I had an early morning, pre-school job delivering milk on my bicycle for Mr. Bradley, who had a few cows in a nearby paddock. My mother was superb - she would get up with me while it was still dark to make me hot tea to send me on my way. When I started high school it was necessary to give up my Milk route. Instead, I delivered the "Evening Post" newspaper on my bicycle after school.
Alan (age 12) with bicycle.
When my father retired (on a very small pension) and moved away from Wellington, it was necessary for me to leave Hutt Valley High School after only three years at the age of 16 and take a low-paying, part-time job as "lab boy"/janitor in the chemistry department at Victoria University College, as it was then known. The total student population was 1200; the Chemistry Department had a faculty of 2! I boarded with friends of my parents and, as a part-time student, took only two courses - one in chemistry and one in mathematics. During this time I became a resident at Weir House, the University dormitory for men. This I found to be one of the most enjoyable and maturing times of my life where I made many good friends from the other ninety residents, with some of whom I still keep in close contact. I remained a part-time student throughout my B.Sc. and M.Sc. studies at Victoria University College. After completing my B.Sc. degree I graduated to the position of demonstrator. Since the age of 17 I have supported myself financially, assisted later only by scholarships and fellowships for which I am most grateful.
Alan (age 15) in high school uniform.
My interest in chemistry was kindled when I was about ten years old at which time I found one of my father's old chemistry text books dating back to the late 1800's when he was studying engineering. I spent hours pouring over the pages in complete confusion but with burning curiosity! Some clarification of a type occurred when I rode my bicycle to the public library in Lower Hutt and entered the children's section. There, on the right hand side on the bottom shelf, in the new books section, was a book with a bright blue cover. It was called, "The Boy Chemist." I took it out and continually renewed it by borrowing it for over a year and carried out most of the experiments in it. One of my duties as lab boy, when I was not washing dirty labware or sweeping floors, was to prepare demonstration chemicals for Mr. A.D. "Bobbie" Monro, the lecturer in first-year chemistry. On one occasion he asked me to prepare some S4N4 - beautiful bright orange crystals. When it became time for me to start my M.Sc. thesis, I asked Mr. Monro if I could look at some of its chemistry. He agreed. This resulted in my first publication in 1949. Its derivatives were highly colored. Color continued to be one of the driving forces in my future career in chemistry. I love color. Little did I know that thirty years later this was going to be a key factor which would shape my professional life.
In 1950, I had the good fortune to receive a Fullbright fellowship from the U.S. State Department to do a Ph.D. at the University of Wisconsin in the USA where I studied under Professor Norris F. Hall, majoring in Inorganic Chemistry, studying the rate of exchange in 14C-tagged complex metal cyanides. It was at the University of Wisconsin that I became president of the International Club - the largest student organization on campus and had the crucial chance meeting of my life when I met my future wife, Marian Mathieu, at an International Club dance. During this time I was elected by the Department of Chemistry to the position of Knapp Research Fellow and had the privilege of living rent free in the beautiful old ex-governor's mansion on the shores of Lake Mendota.
When I was still at the University of Wisconsin I was successful in obtaining a New Zealand Shell graduate scholarship to study silicon hydrides at Cambridge University, England under the directorship of Professor H.J. Emeléus. It was there that Marian and I were married in the chapel at my college, Sidney Sussex College.
After a brief appointment as a junior faculty member at Queens College of the University of St. Andrews, Scotland, I accepted a junior position on the faculty of the Department of Chemistry at the University of Pennsylvania where I have been for the past 45 years and became father of three daughters and a son and grandparent of nine lovely boys and girls. I grew to love teaching and the stimulation of young fresh inquiring minds. I am still fully engaged in teaching as well as research and indeed have requested to teach a section of first-year chemistry at Penn later this year.
I had the good fortune to meet my future friend and colleague, Professor Alan J. Heeger, Professor of Physics at the University of Pennsylvania. On one occasion he came to my office and informed me that Mort Labes, Professor of Chemistry at Temple University, had published a paper on a highly conducting material. I asked Heeger its formula and he replied, "sss-nnn-ex". Being an inorganic chemist, I wrote down on a piece of paper, "(Sn)x" and said, "Of course you expect it to be conducting, it's a metal!" To which Heeger replied on paper, "No, not (Sn)x, but (SN)x! This was the beginning of our each learning each other's scientific language. I told him that I had made the precursor to (SN)x, i. e. S4N4 during my M.Sc. thesis work in New Zealand. He asked me if I could make some (SN)x - as golden crystals. We were ultimately successful, and co-published many papers together, on this conducting polymer.
When I was a Visiting Professor at Kyoto University in Japan, lecturing on molecular silicon compounds, I visited Tokyo Institute of Technology in 1975 and described our work on (SN)x, Hideki Shirakawa and I met over a cup of green tea after a lecture I gave and as I was showing a sample of our golden (SN)x, he showed me a sample of his silvery (CH)x.
I asked him how he had made this silvery film of polyacetylene and he replied that this occurred because of a misunderstanding between the japanese language and that of a foreign student who had just joined his group. Shirakawa had been polymerizing ordinary acetylene welding gas using a Ziegler-Natta catalyst and had been obtaining a rather uninteresting black-brown powder. He told the new student to repeat this work using a concentration of the catalyst which was milli-molar. A few days later the student came back and said that the stirring bar would not go around in the flask. Shirakawa went to the laboratory and, sure enough, instead of the black brown powder, there were lumps of silvery-pinkish jelly floating around. Shirakawa asked what the student had done and the student replied that he had done exactly as Shirakawa had told him; he had made the catalyst with a concentration of "x-molar"- in other words, he had made the catalyst 1000 times more concentrated than Shirakawa had told him! Shirakawa was most intrigued by this observation, since as all good chemists know, a catalyst should only increase the rate of a chemical reaction and should not alter the nature of the product. This then started Shirakawa investigating this silvery form of polyacetylene. I asked Shirakawa if he could join me for a year at the University of Pennsylvania since I was already interested in conducting materials such as the golden (SN)x films. He stated that he could and when he arrived we tried to make the silvery polyacetylene, (CH)x, more pure and, hence, increase its conductivity. However, we found that the purer we made the (CH)x, by elemental analysis, the lower was its conductivity! Since we had found previously that by adding bromine to the golden (SN)x material, we could increase its conductivity tenfold, we thought that perhaps the impurity in the polyacetylene was acting as a dopant and was actually increasing the conductivity of the polyacetylene, rather than decreasing it. We therefore decided to add some bromine to the silvery (CH)x films and immediately, within a few minutes at room temperature, the conductivity increased many millions of times. We then collaborated with my colleague, Professor Alan Heeger, who was well-versed in the physics of conducting materials. The rest is history! When Alan left Penn almost 10 years ago, my ongoing collaboration with my good friend Professor Art Epstein (Physics Dept, Ohio State Univ.) continued at an even more rapid pace.
One of the transparencies I showed at the very end of my Nobel Lecture in Stockholm on December 8, 2000 is given below. Every word carries real meaning and emotion from my heart.
I wish to extend my personal thanks to:
•
My (late) wife, Marian, for her dedicated support and love during our 36 years of marriage.
•
My loving partner Gayl Gentile for her untiring personal and professional support throughout the past 9 years.
•
My mother, Ruby and father, Archibald MacDiarmid for providing a loving and solid home foundation on which to base my life.
•
My brothers and sisters, Colin, Roderick, Sheila, Alice for their ceaseless, loving emotional support during the past 73 years!
•
To my children, Heather, Dawn, Duncan and Gail, for their understanding and forbearance in my not spending as much time with them as I might have during their childhood years.
•
To my delightful grandchildren who never cease to be a pleasure with their many questions and boundless enthusiasm.
We all owe so much to those who have gone before us - "we stand on the shoulders of giants."
Copies of the very last transparencies given in my Nobel Lecture are reproduced below. They carry a very special message to all of us.
Seeking the Great White Bird of Absolute Truth
The dependency of any one person's research on the labors of scores of earlier scientific pioneers is illustrated very beautifully by a few sentences of this variation from a book by Olive Schreiner, written at the turn of the century, entitled, "The Story of an African Farm." I would like to share with you this adapted portion.
The story concerns a young hunter who, in his youth, heard about the great white bird of "absolute truth" which lived at the very top of a high mountain far in the east. He had spent all his life seeking it without success - and now he was growing old.
The old thin hands cut the stone ill and jaggedly, for the fingers were stiff and bent. The beauty and strength of the man were gone.
At last, an old, wizened, shrunken face looked out above the rocks. He saw the eternal mountains still rising to the white clouds high above him.
The old hunter folded his tired hands and lay down by the precipice where he had worked away his life.
I have sought," he said, "for long years I have labored; but I have not found her. By the rough and twisted path hewn by countless others before me, I have slowly and laboriously climbed. I have not rested. I have not repined. And I have not seen her; now my strength is gone. Where I lie down, worn out, other men will stand, young and fresh. By the steps that I, and those before me, have cut, they will climb; by the stairs that we have built, they will mount. They will never know those who made them, their names are forgotten in the mists of time. At the clumsy work they will laugh; when the stones roll, they will curse us; but they will mount, and on our work they will climb, and by our stair! They will find her, and through us!"
The tears rolled from beneath the shriveled eyelids. If truth had appeared above him in the clouds now, he could not have seen her, the mist of death was in his eyes.
... Then slowly from the white sky above, through the still air, came something falling ... falling ... falling. Softly it fluttered down and dropped on to the breast of the dying man. He felt it with his hands -
- it was -
- a feather.
From Les Prix Nobel. The Nobel Prizes 2000, Editor Tore Frängsmyr, [Nobel Foundation], Stockholm, 2001
This autobiography/biography was written at the time of the award and later published in the book series Les Prix Nobel/Nobel Lectures. The information is sometimes updated with an addendum submitted by the Laureate.
Kimya yaşamın her alanı ile ilgili bir bilimdir ve çevremize baktığımızda bu etkisini görmememiz mümkün değildir. Kimya alanında yapılan çalışmaların bazıları dünya tarihini değiştirecek niteliktedir. Kimyanın önemini anlamak için elbette pek çok örnek verilebilir. Ancak 2011 Kimya yılının ilham aldığı Madam Curie’nin iki kez aldığı Nobel ödüllerine bakamız da yeterli olacaktır. Nobel Kimya Ödülü kimyanın çeşitli alanlarından bilim insanlarına İsveç Kraliyet Akademisi tarafından her yıl verilmektedir. Nobel ödülü Alfred Nobel’in 1895 yılındaki vasiyeti üzerine; kimya, fizik, edebiyat, fizik, barış ve fizyoloji veya tıp olmak üzere beş dalda seçkin katkılarda bulunanlara verilmeye başlanmıştır.[1] Nobel Kimya ödülü ilk kez 1901 yılında verilmiş ve Jacobus Henricus van’t Hoff (Hollanda) kazanmıştır. [2] Yüzün üzerinde Nobel Kimya ödülü verildiğinden tüm ödülleri ve önemini anlatmamız bu yazı kapsamında çok uzun olacağı için, 2000 yılından günümüze Nobel Kimya ödülleri ve hayatımızdaki öneminde bahsedeceğiz.
2000 yılında Nobel Kimya ödülünü; polimer plastiklerdeki elektrik geçirgenliğiyle ilgili çalışmalarıyla Alan Heeger (ABD), Alan MacDiarmid (ABD) ve Hideki Shirakava (Japonya) almışlardır. Polimerler, yani plastikler, metallerin aksine yalıtkan ve elektriği iletmeyen maddeler olarak bilinmekteydi. Ancak, bütün bunlarla birlikte Alan J. Heeger, Alan G. MacDiarmid ve Hideki Shirakawa isimli bilim insanları yaptıkları buluşlarıyla bir polimer olan poliasetilenin (polyacetylene) hemen hemen bir metal gibi iletken olabileceğini gösterdiler. Bu buluşla polimerlerin hep yalıtkan olma imajı da değiştirilmiş olmaktadır. Bu bilim insanları bu buluşları ve polimerlerle ilgili sonraki çalışmalarından dolayı Nobel 2000 kimya ödülüne layık görülmüşlerdir [3]. Çok saf poliasetilenden elde edilen bu modifiye madde, aynı ağırlıktaki bakırın iki katı, aynı hacimdeki bakırın ise dört katı iletkenliğe sahiptir. İletken polimerlerin sentezinde yeni bir ufuk açan bu çalışma elastik birkaç milimetre kalınlığında, aynı ağırlıktaki normal bir pilden iki kat fazla depolama yapabilen plastik piller üretilmesine olanak sağladı. İletken plastiklerin kullanma sahası çok geniştir: Hassas ölçme ve arama cihazları, zararlı radyasyon yayan cihazların izolasyonu, güneş pilleri, baskı devre iletken yolları ve hatta vücut içinde dolaşarak ilaç taşımada kullanılacak suni sistemler, suni sinirler, iletken plastikler sayesinde gelecek vaat etmektedir
2001 yılında Nobel Kimya ödülünü; “Katalitik asimetrik sentez” çalışmaları dolayısıyla William Knowles (ABD), Ryoji Noyori (Japonya) ve Barry Sharpless (ABD) almışlardır. Moleküllerin birden çok ayna görünümü biçiminde oluşabildiği 1870’li yıllardan beri biliniyordu. Bu özellik “Chirality” (kirallik) olarak adlandırılmaktadır. DNA, proteinler, şekerler hep birer ikize sahiptir. Ancak bu kirallerin huyları oldukça farklı ve bu küçük yapısal farkın çok önemli sonuçları olabilmektedir. Örneğin;1960’larda yaşanan Thalidomide faciasında; hamilelikte mide bulantısına karşı geliştirilen ilacın, farklı ayna görüntülerinden biri, çok sayıda çocuğun sakat doğmasına yol açmıştır. Bundan sonra, yalnızca istenen bileşimi saflaştırıp eşlerinden ayırmak için girişilen çabalar, büyük masraflara karşın sonuçsuz kalmış; Nobel’cilerden Knowles ise, karbon atom çiftleri içeren moleküllere hidrojen bağlayacak katalizörler üzerinde çalışmalara başlamıştır. Bu moleküllerde karbon çiftleri yatay bir zemin oluşturuyor, hidrojen atomlarıysa rasgele bu düzlemin üstüne ya da altına bağlanıp moleküle kiral özelliğini veriyordu. 1968 yılında Knowles, hidrojen atomlarını karbonların yalnızca istenen yüzeyine bağlayacak yeni bir katalizör üretti ve bu yöntemi kullanarak Parkinson hastalığının tedavisinde kullanılan Ldopa adlı amino asidi üretecek bir süreç geliştirdi. Noyori, Knowles’ın çalışmasını daha da ileri taşıyarak bugün sanayide yaygın olarak kullanılan, daha etkili hidrojen bağlayıcı kiral katalizörler geliştirdi. Sharpless de taslak proteinlere oksijen bağlayan bir kiral katalizör geliştirerek çok daha farklı ilaçların üretimine olanak sağlamamıştır[4]. Kuşkusuz bu çalışma insan hayatında önemli bir yere sahip olan ilaçların sentezi için son derece önemlidir.
2002 Nobel Kimya ödülüne; proteinler dahil olmak üzere biyolojik makromoleküllerin analizi ve tanımlanması yöntemlerini geliştiren John Fenn (ABD), Koichi Tanaka (Japonya) ve Kurt Wuethrich (İsviçre) layık görülmüşlerdir. Kurt Wüthrich ‘Nükleer Manyetik Rezonans’ görüntüleme tekniğini geliştirmiştir. Bu teknik tıp alanında da oldukça yaygın olarak kullanılan bir görüntüleme tekniğidir. Fenn ve Tanaka, büyük molekülleri parçalamadan bir elektrik akımı vererek iyonize etmenin yollarını bulmuşlardır. Bu sayede, değişen molekülleri bir kütle spektometresine koyarak, kütlelerini öğrenmek ve daha sonra da kendilerini oluşturan amino asitlerin nasıl dizildiğini öğrenmek mümkün olmuştur. Kimya biliminin bu çalışmaları biyoloji ve tıp bilimlerinde uygulama alanı bulmuştur.
2003 yılında hücre zarı yoluyla su ve iyon(tuz) nakline olanak sağlayan buluşlarıyla Peter Agre (ABD) ve Roderick MacKinnon (ABD) Nobel Kimya ödülüne layık görülmüşlerdir. Bu bilim insanlarının buluşları, insan ve yüksek organizmaların değil, bitki ve bakterilerin yaşam sürecinin anlaşılması açısından büyük önem taşımaktadır. Bu buluşlar, memeli, bitki ve bakterilerde su kanallarının genetik, psikolojik ve biyokimyasal açıdan araştırılmasının önünü açtığı, su ve tuzun hücrelere nakledilip, dışarı çıkarılması konusuna açıklık getirmektedir. Söz konusu buluşlar, örneğin sinir hücrelerindeki elektrik sinyallerinin ne şekilde oluştuğu ve çoğaldığının anlaşılmasını sağlamışlardır. Biyokimya alanındaki bu çalışmalar bu alandaki bir çok fonksiyonun anlaşılmasının kapısını açmıştır.
2004 yılı Nobel Kimya ödülü proteinlerin çözülmesi süreciyle ilgili çalışmalarından dolayı Aaron Ciechanover (İsrail), Avram Hershko (İsrail) ve Irwin Rose (ABD)’e gitmiştir. Son iki yıldaki gibi bu çalışma da biyokimya alanına ait bir çalışmadır.Daha önce sadece proteinlerin sentezi araştırılmasına rağmen, bu bilim insanları proteinlerin yıkımını araştırmışlardır. Ubikuitin-aracılı protein yıkımını keşfetmişlerdir. Ubikuitin, protein yıkımında yıkıma uğrayacak protein dizilerini tutmakla sorumlu olan tanıma elementidir. Bu organik kimyasal madde, yıkıma uğraması için işaretlenen proteine yapışır.Protein yıkımı gerçekleştikten sonra sorumlu ubikuitin geri gönderilir, diğer işe yaramaz proteinleri taşır. Ubikuitin-proteazom yolağı, hücrelerin homeostazında hayati öneme sahiptir. Ayrıca bu yolağın, kanser, musküler ve nörolojik hastalıklar gibi hastalıkların oluşumu ve ilerlemesinde rol aldığı düşünülmektedir [5].
2005 yılında Nobel Kimya Ödülünü; organik sentezde çifte ayrıştırma yöntemlerini geliştirme çalışmalarından ötürü Yves Chauvin (Fransa), Robert H. Grubbs ve Richard R. Schrock (ABD) almışlardır. Bu üç bilim insanının çalışması, oksijen, hidrojen gibi hayatın temel yapı taşlarından karbon atomunun ‘çifte ayrıştırma’ yöntemi sayesinde karbon atomlarının birleşme ve ayrışmayla yeni molekülleri doğurma yöntemlerini içermektedir. Bu kimyagerlerin çalışmaları, doğanın korunması için zararsız yeni plastik ve ecza ürünlerinin üretilmesinin yolunu açmaktadır. Bu kimyagerlerin çalışmaları insan, toplum ve çevre yararlarına geniş açıdan hizmet etmektedir.
2006 yılında; ”ökaryotik transkripsiyonun moleküler temeli” çalışmasıyla Roger D. Kornberg Nobel Kimya ödülüne layık görülmüştür. Kornberg’in araştırması, genlerin içindeki bilginin, hücrelerin protein üreten parçalarına nasıl kopyalandığı ve aktarıldığına (transkripsiyon) ışık tutmaktadır. Bu araştırmayla Kornberg’in ilk kez, ökaryotik organizmalarda moleküler düzeydeki bu süreci açıkladığı belirtmektedir. Bu bilgi geçişinin nasıl işlediğini anlamanın, tıp için çok önemli olduğu, “transkripsiyon sürecindeki dengesizliklerin, insanlarda kanser gibi birçok hastalığa neden olabildiği” bildirilmektedir [6].
2007 yılında Nobel Kimya ödülünü ozon tabakasının neden inceldiğinin anlaşılmasına da yardımcı olan, katı yüzeylerdeki kimyasal süreçle ilgili çalışmaları dolayısıyla Gerhard Ertl (Almanya) almıştır.Bu çalışma ozon tabakasının neden inceldiği, arabalardaki katalizatörlerin çalışma mantığı, yapay gübre sanayi gibi pek çok katı yüzeydeki kimyasal sürece ışık tutmaktadır [7] Son yılların önemli çevre problemlerinden olan ozon tabakasının incelmesine ışık tutması açısından son derece önemli bir çalışma olma özelliğine sahiptir.
2008 yılında ilk kez deniz analarında görülen yeşil floresan proteininin (GFP) keşfi ve geliştirilmesiyle ilgili çalışmalarıyla Roger Tsien (ABD), Martin Chalfie (ABD) ve Osamu Shimomura (Japon) Nobel Kimya ödülünü almışlardır.Yeşil floresan proteini, yaygın biçimde laboratuvar ortamında, beyin hücrelerinin gelişimi yada kanser hücrelerinin yayılması gibi canlı hücre süreçlerinin izahı için kullanılmıştır. Biyokimya alanındaki bu çalışma tıp alanında yeniliklerin kapısını aralamıştır.
2009 yılında Nobel Kimya ödülünü ribozomların yapısı ve işleyişine ilişkin çalışmalarından dolayı Amerikalı Venkatraman Ramakrishnan ve Thomas Steitzile ile İsrailli Ada Yonath layık görülmüştür. Yine biyokimya alanındaki bu izahlar günümüzde pek çok hastalığın mekanizması ve tedavisine ışık tutacak niteliktedir.
2010 yılında Nobel Kimya Ödülü, organik sentez üzerine yaptıkları çalışmalar nedeniyle Richard Heck, Ei-ichi Negishi ve Akira Suzuki adlı bilim insanlarına verildi. Bilim insanlarının çalışmaları ‘organik sistemlerde palladyum katalizli çarpraz bağlaşımı’ konusundadır. Bu çalışmalar eczacılık ve elektronik sanayinde kullanılan moleküllerin ticari üretimi için kusursuz ve etkili bir sistem oluşturmaktadır. Bu çalışmalardan sonra rafine kimyasalların üretilmesine daha rahat imkan oluşmakta ve kanser yada ölümcül virüslere karşı ilaç yapımında da kullanılabilecektir.
Görüldüğü gibi ödül alan çalışmalar gerek insan sağlığı, gerek çevre, gerekse günlük hayattaki kullanımlarıyla son derece önemli çalışmalardır. Ayrıca kendilerinden sonraki çalışmalara da ışık tutar niteliktedirler. Çalışmaları yapanların bir çoğu kimyacı olmakla birlikte, kimyacı olmayanlar da mevcuttur. Bu da kimya biliminin biyoloji, fizik, tıp gibi bilimlerle ne kadar iç içe olduğunu göstermektedir. Kimya bilimi diğer bilimlerle sıkı bir ilişki ve işbirliği içerisindedir. İnsan yaşamında bu kadar önemli yere sahip olan kimya bilimine gereken önemi veren toplumlar, kimyanın gelişimine paralel olarak teknolojide de gelişmişlerdir. Bu bilgiler ışığında ‘Kimya Hayattır’ diyerek; 2011 Uluslar arası Kimya yılınızı kutlarız.
Yük.Kimyager Hasan ÖZ,
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
I was born a Kiwi (a New Zealander) in Masterton, New Zealand on April 14, 1927, and still am a Kiwi by New Zealand law, although I became a naturalized United States citizen many years ago in order to have the right to vote in US elections and, hence, voice my political opinions in a meaningful way. My father, an engineer, was unemployed for four years during the Great Depression which hit New Zealand rather severely in the early 1930s. Since jobs were believed to be more plentiful in the vicinity of Wellington, the capital city of New Zealand, located at the bottom of the North Island, we moved to Lower Hutt a few miles from Wellington. There my two older brothers and my elder sister were able to find jobs while I and my younger sister were still at primary school.
My mother and father set the stage for nurturing a warm, loving united, mutually supportive family who always pulled together and also helped others outside the family in need when necessary. Although we did not have too much food, my mother was always inviting other, less fortunate people to meals. On such occasions, my older brothers and sister would frequently remind me and my younger sister at meals not to ask for more food by saying to us out loud at the table, "FHB," which meant, "Family Hold Back," i.e., don't eat too much! We had no phone or refrigerator. In one of the houses we lived in Lower Hutt, our hot water came from water pipes embedded in the brick at the back of the open fireplace in the living room. This resulted in our weekly bath night - where the younger children used the bath water from the older children, to which we were allowed to add more hot water if any still remained! For most of my time at primary school, I went to school barefooted, like most of the other kids. The soles of our feet literally became leather!
Even though I have been away from New Zealand for about 50 years, my brothers and sisters and I (my parents passed on several years ago) are still very closely connected to each other. Throughout the decades we have telephoned each other about every ten days and we all keep up to date with what we are each doing. Shortly after learning of my being a recipient of the Nobel Prize I was speaking to one of my brothers in New Zealand by phone and I said how lucky I was to have been raised in a poor family which was also a close loving family. The fact that we were poor made us self reliant and conscious of the value of money. The fact that we were closely knit taught us the important aspects of interpersonal relationships. Everyone expects "the important things" in life that such as birthday and Christmas presents, but it is the "little unimportant" actions which actually are the real important things. These put the flesh on the skeleton of any relationship. Several hundred of these each week - the unimportant, the unexpected, the unnecessary, "the little things", are the things that really count. We are lucky to have been brought up in this environment, but there is a statement on the wall of my study at home in suburban Philadelphia which reads, "I am a very lucky person and the harder I work the luckier I seem to be"!
It is my home life while growing up through high school, which I consider to have been the single most important factor in any success which I may have had in life. As my parents always said, "...an 'A's grade in a class is not a sign of success." Success is knowing that you have done your best and have exploited your God-given or gene-given abilities to the next maximum extent. More than this, no one can do.
Alan (age 10).
For a period in grade school, I attended a two-room school in Keri Keri (town population, 600) where most of my school chums were Maori boys and girls from whom I learned so much. During much of my time at grade school I had an early morning, pre-school job delivering milk on my bicycle for Mr. Bradley, who had a few cows in a nearby paddock. My mother was superb - she would get up with me while it was still dark to make me hot tea to send me on my way. When I started high school it was necessary to give up my Milk route. Instead, I delivered the "Evening Post" newspaper on my bicycle after school.
Alan (age 12) with bicycle.
When my father retired (on a very small pension) and moved away from Wellington, it was necessary for me to leave Hutt Valley High School after only three years at the age of 16 and take a low-paying, part-time job as "lab boy"/janitor in the chemistry department at Victoria University College, as it was then known. The total student population was 1200; the Chemistry Department had a faculty of 2! I boarded with friends of my parents and, as a part-time student, took only two courses - one in chemistry and one in mathematics. During this time I became a resident at Weir House, the University dormitory for men. This I found to be one of the most enjoyable and maturing times of my life where I made many good friends from the other ninety residents, with some of whom I still keep in close contact. I remained a part-time student throughout my B.Sc. and M.Sc. studies at Victoria University College. After completing my B.Sc. degree I graduated to the position of demonstrator. Since the age of 17 I have supported myself financially, assisted later only by scholarships and fellowships for which I am most grateful.
Alan (age 15) in high school uniform.
My interest in chemistry was kindled when I was about ten years old at which time I found one of my father's old chemistry text books dating back to the late 1800's when he was studying engineering. I spent hours pouring over the pages in complete confusion but with burning curiosity! Some clarification of a type occurred when I rode my bicycle to the public library in Lower Hutt and entered the children's section. There, on the right hand side on the bottom shelf, in the new books section, was a book with a bright blue cover. It was called, "The Boy Chemist." I took it out and continually renewed it by borrowing it for over a year and carried out most of the experiments in it. One of my duties as lab boy, when I was not washing dirty labware or sweeping floors, was to prepare demonstration chemicals for Mr. A.D. "Bobbie" Monro, the lecturer in first-year chemistry. On one occasion he asked me to prepare some S4N4 - beautiful bright orange crystals. When it became time for me to start my M.Sc. thesis, I asked Mr. Monro if I could look at some of its chemistry. He agreed. This resulted in my first publication in 1949. Its derivatives were highly colored. Color continued to be one of the driving forces in my future career in chemistry. I love color. Little did I know that thirty years later this was going to be a key factor which would shape my professional life.
In 1950, I had the good fortune to receive a Fullbright fellowship from the U.S. State Department to do a Ph.D. at the University of Wisconsin in the USA where I studied under Professor Norris F. Hall, majoring in Inorganic Chemistry, studying the rate of exchange in 14C-tagged complex metal cyanides. It was at the University of Wisconsin that I became president of the International Club - the largest student organization on campus and had the crucial chance meeting of my life when I met my future wife, Marian Mathieu, at an International Club dance. During this time I was elected by the Department of Chemistry to the position of Knapp Research Fellow and had the privilege of living rent free in the beautiful old ex-governor's mansion on the shores of Lake Mendota.
When I was still at the University of Wisconsin I was successful in obtaining a New Zealand Shell graduate scholarship to study silicon hydrides at Cambridge University, England under the directorship of Professor H.J. Emeléus. It was there that Marian and I were married in the chapel at my college, Sidney Sussex College.
After a brief appointment as a junior faculty member at Queens College of the University of St. Andrews, Scotland, I accepted a junior position on the faculty of the Department of Chemistry at the University of Pennsylvania where I have been for the past 45 years and became father of three daughters and a son and grandparent of nine lovely boys and girls. I grew to love teaching and the stimulation of young fresh inquiring minds. I am still fully engaged in teaching as well as research and indeed have requested to teach a section of first-year chemistry at Penn later this year.
I had the good fortune to meet my future friend and colleague, Professor Alan J. Heeger, Professor of Physics at the University of Pennsylvania. On one occasion he came to my office and informed me that Mort Labes, Professor of Chemistry at Temple University, had published a paper on a highly conducting material. I asked Heeger its formula and he replied, "sss-nnn-ex". Being an inorganic chemist, I wrote down on a piece of paper, "(Sn)x" and said, "Of course you expect it to be conducting, it's a metal!" To which Heeger replied on paper, "No, not (Sn)x, but (SN)x! This was the beginning of our each learning each other's scientific language. I told him that I had made the precursor to (SN)x, i. e. S4N4 during my M.Sc. thesis work in New Zealand. He asked me if I could make some (SN)x - as golden crystals. We were ultimately successful, and co-published many papers together, on this conducting polymer.
When I was a Visiting Professor at Kyoto University in Japan, lecturing on molecular silicon compounds, I visited Tokyo Institute of Technology in 1975 and described our work on (SN)x, Hideki Shirakawa and I met over a cup of green tea after a lecture I gave and as I was showing a sample of our golden (SN)x, he showed me a sample of his silvery (CH)x.
I asked him how he had made this silvery film of polyacetylene and he replied that this occurred because of a misunderstanding between the japanese language and that of a foreign student who had just joined his group. Shirakawa had been polymerizing ordinary acetylene welding gas using a Ziegler-Natta catalyst and had been obtaining a rather uninteresting black-brown powder. He told the new student to repeat this work using a concentration of the catalyst which was milli-molar. A few days later the student came back and said that the stirring bar would not go around in the flask. Shirakawa went to the laboratory and, sure enough, instead of the black brown powder, there were lumps of silvery-pinkish jelly floating around. Shirakawa asked what the student had done and the student replied that he had done exactly as Shirakawa had told him; he had made the catalyst with a concentration of "x-molar"- in other words, he had made the catalyst 1000 times more concentrated than Shirakawa had told him! Shirakawa was most intrigued by this observation, since as all good chemists know, a catalyst should only increase the rate of a chemical reaction and should not alter the nature of the product. This then started Shirakawa investigating this silvery form of polyacetylene. I asked Shirakawa if he could join me for a year at the University of Pennsylvania since I was already interested in conducting materials such as the golden (SN)x films. He stated that he could and when he arrived we tried to make the silvery polyacetylene, (CH)x, more pure and, hence, increase its conductivity. However, we found that the purer we made the (CH)x, by elemental analysis, the lower was its conductivity! Since we had found previously that by adding bromine to the golden (SN)x material, we could increase its conductivity tenfold, we thought that perhaps the impurity in the polyacetylene was acting as a dopant and was actually increasing the conductivity of the polyacetylene, rather than decreasing it. We therefore decided to add some bromine to the silvery (CH)x films and immediately, within a few minutes at room temperature, the conductivity increased many millions of times. We then collaborated with my colleague, Professor Alan Heeger, who was well-versed in the physics of conducting materials. The rest is history! When Alan left Penn almost 10 years ago, my ongoing collaboration with my good friend Professor Art Epstein (Physics Dept, Ohio State Univ.) continued at an even more rapid pace.
One of the transparencies I showed at the very end of my Nobel Lecture in Stockholm on December 8, 2000 is given below. Every word carries real meaning and emotion from my heart.
I wish to extend my personal thanks to:
•
My (late) wife, Marian, for her dedicated support and love during our 36 years of marriage.
•
My loving partner Gayl Gentile for her untiring personal and professional support throughout the past 9 years.
•
My mother, Ruby and father, Archibald MacDiarmid for providing a loving and solid home foundation on which to base my life.
•
My brothers and sisters, Colin, Roderick, Sheila, Alice for their ceaseless, loving emotional support during the past 73 years!
•
To my children, Heather, Dawn, Duncan and Gail, for their understanding and forbearance in my not spending as much time with them as I might have during their childhood years.
•
To my delightful grandchildren who never cease to be a pleasure with their many questions and boundless enthusiasm.
We all owe so much to those who have gone before us - "we stand on the shoulders of giants."
Copies of the very last transparencies given in my Nobel Lecture are reproduced below. They carry a very special message to all of us.
Seeking the Great White Bird of Absolute Truth
The dependency of any one person's research on the labors of scores of earlier scientific pioneers is illustrated very beautifully by a few sentences of this variation from a book by Olive Schreiner, written at the turn of the century, entitled, "The Story of an African Farm." I would like to share with you this adapted portion.
The story concerns a young hunter who, in his youth, heard about the great white bird of "absolute truth" which lived at the very top of a high mountain far in the east. He had spent all his life seeking it without success - and now he was growing old.
The old thin hands cut the stone ill and jaggedly, for the fingers were stiff and bent. The beauty and strength of the man were gone.
At last, an old, wizened, shrunken face looked out above the rocks. He saw the eternal mountains still rising to the white clouds high above him.
The old hunter folded his tired hands and lay down by the precipice where he had worked away his life.
I have sought," he said, "for long years I have labored; but I have not found her. By the rough and twisted path hewn by countless others before me, I have slowly and laboriously climbed. I have not rested. I have not repined. And I have not seen her; now my strength is gone. Where I lie down, worn out, other men will stand, young and fresh. By the steps that I, and those before me, have cut, they will climb; by the stairs that we have built, they will mount. They will never know those who made them, their names are forgotten in the mists of time. At the clumsy work they will laugh; when the stones roll, they will curse us; but they will mount, and on our work they will climb, and by our stair! They will find her, and through us!"
The tears rolled from beneath the shriveled eyelids. If truth had appeared above him in the clouds now, he could not have seen her, the mist of death was in his eyes.
... Then slowly from the white sky above, through the still air, came something falling ... falling ... falling. Softly it fluttered down and dropped on to the breast of the dying man. He felt it with his hands -
- it was -
- a feather.
From Les Prix Nobel. The Nobel Prizes 2000, Editor Tore Frängsmyr, [Nobel Foundation], Stockholm, 2001
This autobiography/biography was written at the time of the award and later published in the book series Les Prix Nobel/Nobel Lectures. The information is sometimes updated with an addendum submitted by the Laureate.